Mengen'in Yazısı şu şekilde ;
Osmanlı Devleti içerisinde sayıca çok farklı ırka ve inanca sahip topluluklar vardı…
Osmanlı uyguladığı siyaset doğrultusunda hiçbir inanca ve ya topluluğa baskı yapmamış, onların kendi kültürlerinde, değerlerinde yaşamlarını şekillendirmelerine de müsaade etmiştir…
Bu yaklaşım büyük bir cihan devleti olan Osmanlı Ülkesi içerisinde yaşayan gayr-i Müslimlerin hem takdirini hem de inanç ve değerler bütününde teveccühünü sağlamıştır…
Böylelikle bu kesimler Osmanlı’yı kendilerinden saydıkları gibi, sahip olduğu toprakları da vatanları olarak görmüşlerdir…
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yaklaşık 18.yy son çeyreğine kadar ülke içerisinde mutlu ve huzurlu adalete dayanan bir sistem içinde yaşayan Gayr-i Müslimler Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu ırka dayalı milliyetçilikle, batınında kışkırtmalarıyla fikirsel olarak kopmaya başlamıştı…
Ancak…
Osmanlı içerisinde bir topluluk vardı ki, onlar yapıları ve oluşturdukları inançları çerçevesinde zaten hiçbir zaman bütüne dâhil olmamışlardı…
Bunlar; Osmanlı Devletinin Endülüs’ de başlayan Müslüman katliamından kurtarıldığı dönemde Müslümanların yanında kurtarılan Yahudilerden başkası değildi…
Kurtarılan Yahudiler özellikle Osmanlı Şehirlerinden İzmir, İstanbul, Selanik’e yerleştirildiler…
1648 yılında İzmir Yahudilerinden Sebatay Sevi adında bir haham kendini, Yahudi inancında geleceğine ve kurtarıcı olduğuna inanılan “mesih” ilan etti…
Kısa sürede çevresinde toplanan taraftarları ile dönemin padişahı IV.Mehmed’in dikkatini çekti…
Saraya davet edilen Sebatay Sevi, öldürüleceğini anlayınca Müslüman olduğunu söyleyerek Mehmet ismini aldı…
Müslüman olduğunu söylemesi canını kurtarmasını sağlasa da, ortaya koyduğu fitneden geri durmamış; taraftarlarına kendilerini gizlemelerini, görünüşte Müslüman gibi görünmelerini, Yahudiliklerini gizlemelerini, isimlerini dahi Müslüman isimlerinden seçmelerini hatta cami ve mescitlerde ibadet etmelerini ancak gerçekte kendisinin Mesih inancına inanmalarını ve vakti gelince harekete geçeceklerini telkin etti…
Sebataycılığın doğuşu olarak başlayan ve kısa sürede diğer azınlık grupların da bir stratejisi haline dönüşen bu telkin, Osmanlı’da tarihe dönmeler olarak geçen ve aslında makamlara, mevkilere uzanmanın bir aracı olarak kullanılmaya başlanan; kendini gizleme, şekil değiştirme yolunu açan bir başlangıç oldu…
Osmanlı’ da sonun başlangıcını hazırlayan en önemli etkenlerden birisidir, dönmeler…
Kısa sürece önemli devlet kademelerine yerleşmeler, askeriyede üst düzey yapılanmalar ve siyasette söz sahibi olan bir güruh oluştu…
Örnek mi?
Hahambaşı Emanuel KARASU, Emin Karasu olarak milletvekilliğine kadar yükselmiş, II. Abdulhamid’in hal fetvasını kendisine tebliğ eden heyette yer almıştır…
Bu gün aynı yol ve yöntemi “paralel” yapı kullanıyor…
Bulundukları ve ya görev yaptıkları yerlerde bir şekliyle deşifre olan paralel yapı mensupları tayin yoluyla izlerini kaybettirmeye, kimliklerini gizlemeye çalışıyorlar…
Özellikle gittikleri yerlerde yeni kurulan veya daha önce kurulmuş olan, ancak yeni şubeleşmeye başlayan “Yeni Türkiye’nin destekçisi sivil toplum kuruluşlarının içerisine sızıyorlar…
Amaçları kendilerine ifade edilen “makamlarınızı ve mevkilerinizi koruyun” uğruna yapılan “tedbir” kılıklı takiyyecilikten ötesi değildir…
Bugün, dünden daha dikkatli olma; tekrar aynı hataları yapmama günüdür…
Satranç tahtasındaki oyun, yüzyıl öncesindeki oynanan oyundur…
Sadece emperyalist oyunculara eklenen işbirlikçi takviyeler var…
Takviyelerin adı,
Yeni “paralel dönmelerdir…”